


Hafta başında bahçede bulduğum zeytin dallarının getirdiği “barış çağrısını” bir dağın zirvesinde terk edilmiş bir Ermeni Okulunda buldum bu kez, hayranlık ve şaşkınlık içerisinde…Samanlı sıra dağlarında, Bahçecik’te; eski ve gerçek ismi ile “Bardizag’da”. Gözümü kapadığımda silüetini gördüğüm dağlar…Bir güdü ile hep daha yükseğine çıkmak istediğim, tam olarak ne aradığımı bilmediğim dağlar. Zaten o dağlardan birinin eteğinde yaşasam da, diğerlerine de hep yaklaşmak istediğim dağlar…
İçsel mitolojiyle yaşadığımı böyle zamanlarda yeniden anımsıyorum. İnsanın bilinç altından sadece ona özgü ve onun iyiliği için harekete geçen bir içsel mitolojisinin olması o kadar büyülü ki…Kendisinden en çok öğrendiğim, beni en çok ilerleten şey bu canlılık işte, içimden geçip giderken…bununla ilgili kilit noktaları daha iyi fark ediyorum:
Sadece ve sadece kendi canımı dinliyorum, hem de can kulağıyla 🙂
Bedenimin ihtiyaçlarını ön planda tutuyorum çünkü bedenimle ruhum arasında bir ayrım yok. Sinir sistemim, hormonlarım, ruhum hepimiz biriz :)Hiç biri diğerinden daha önemli değil!
Etrafı bol bol kokluyorum, cidden…içgüdüyü ayakta tutuyor.
Muhakkak yazıyorum her gün üç cümle de olsa.
Dans ediyorum
Gırtlağımın istediği tüm sesleri özgürce çıkarıyorum
Toprak, ateş, hava ve su ile kendime özel kutsal olarak nitelendirebileceğim seremoniler, konuşmalar ve gülüşmelere girişiyorum.
Yürüyorum, yürüyorum ve de yürüyorum…
Bunu yerine ekrana çok daldığım, bana uygun olmadığını bildiğim halde okuduğum haberler, yazılar, paylaşımlar, videolarla çok haşır neşir olduğumda, diğerlerinin bana gerekli gereksiz tavsiye vermesine izin verdiğimde ve bu tavsiyeleri dinlemeye kalkıştığımda, ihtiyaçlarımı görmezden geldiğimde, yürümediğimde, hareket etmediğimde, aynı döngüde konuşan zihnimi ciddiye aldığımda, bedenimden haz almayı ertelediğimde bu ses susuyor.
Ermenilerin bu köyünü yok edip sadece tesadüfen bulduğum bu binayı bırakan zihniyetin barışa karışması dileklerimle…